31 Ekim 2009 Cumartesi

pısırık

pısırık duruyormuşum. dün gece biri bana bunu söyledi. ben inandım şahsen.
agzına sıcıyım blog senin. yazım gitti

29 Ekim 2009 Perşembe

istanbul

ağva'ya gittik bugün sevgilimle. uzun süredir böyle bir gezi yapmıyorduk. yol uzundu ama çok rahat bir gidiş oldu bizim için.  yollar boştu ve bu yolu ağaçların arasında izleyerek gitmek keyifliydi. karıştırdığımız yol bile keyfimizi kaçırmadı. ne de olsa geziyorduk. herşey yolundaydı.
ağva söyledikleri gibi çok güzel bir yerdi. özellikle göksu nehri. normalde sandal gezileri yapılıyormuş. çok isterdim. ama olmadı işte. zaten sandal falan da görmedim. belki daha uzun bir zamanda daha ayrıntılı gezilebilirdi.
restaurantlardan birine girip ben balıki, sevgilim köfte yedi. çinekoplar çok lezzetliydi. köfte ise tam bir hayal kırıklığı. topu topu koca bir servis tabağında dört tane köfte geldi. azcık sinirimiz bozuldu da bir şey demedik. ha ben kız kıza olsaydım derdim. demedim. yanımda erkek var. akıllı olmam lazım :)
hava giderek soğuyordu ve erkeğim tüm sevecenliği ile montunu çıkartıp bana verdi. arabadan montumu alıp çay eşliğinde uykusuza daldık. yavaş yavaş uykum geldi. saat 5'e geliyordu. yavaştan kalktık. havanın aniden kararması ile yola çıktık. bir bilgisayar oyununda gibiydik. kapkaranlık bir yolda sürüsüyle viraj geçiyorduk. yol bitmek bilmiyordu. bir anda matrixin içinde olduğumuza inandık. bu yol bitmeyecek. karanlık içinde öyle sadece gideceğiz ve sonu gelmez bir yolda sürükleneceğiz.
karanlık, viraj ve dikkatli olmanın getirdiği bir gerginlik yaşıyorduk. sanki giderken bayıla bayıla gittiğimiz o yol bizi girdaba sokar gibiydi. şile itibari ile rahatladığımızı sandık. ha az kaldı boğaz köprüsüne derken, geri dönen arabalara rastladık. sosyal uyumun etkisinde anında fathi köprüsüne dönüş yaptık. geldiğimiz onca yolu geri dönüyorduk. köprü yoluna girmemiz ile birlikte asıl işkencenin bu olduğunu anladık. ben eve geç kalıyordum, sevgilmin bacağı ağrımıştı, ilerleyemiyorduk, sevgilim sürekli istanbul'dan şikayet ediyordu, o bunları söyledikçe ben iyice içime gömülüyordum...
sonunda eve dört saatin sonunda ulaşabildim.
o istanbul'u sevmiyor, ben istanbul'da yaşamayı seviyorum. bir an önce bu şehirden gitmek istiyor ve ben artık gitsin istiyorum. çünkü gerçekten burada çok mutsuz. yine de ben seviyorum şehrimi.
hem doğduğum, hem doyduğum...


domuz gribi değilim. her öksürdüğümde beni taciz eden bakışlarınızı çekin artık üstümden.

Allah'ım soğukların başlaması ile birlikte (sogukların başlaması ne lan?) öksürüklerimin ardı arkası kesilmez oldu. bilmiyorsunuz ama ben bir kronik farenjit yasıyorum.  tamam Allah'ım ama gecsin artık tamam mı? lütfeeen.

şen ola düğün, şen ola.

liseden bir arkadaşım evleniyor. ilk defa bir erkek arkadasım evleniyor. biri ona bir -şehit daha diye yorum yapmış. amma velakin bunu diyen arkadasımın zaten uzun süren sağlıklı bir ilişki yaşayamamıştır. hayatını savunma mekanizmaları ile sürdüren caaanım arkadasım bir başka arkadasıma ise "bu yıl da yasını yalnız kutluyorsun ehi ehi" diye bir şey söylemiş. bok yesin di mi?

canım ciğerim

tehlike çanları çalmaya başladı. yemek yerken keyif alanlardan oldum! demek ki artık tokken de yemek yiyorum. asmalımescitteki ciğerciyi öğrendim ya, üstünden henüz bir kaç gün geçse de dün akşam yine oraya gittim. çatlayacaktım yemekten. güzeldir ama ya. afiyet olsun bana.


27 Ekim 2009 Salı

öpücük balığı


daha önceden yazmıştım galiba. bu gecelik masalımı okudum. bu öyküyü bir mürekkep balığına göneriyorum.
pıt pıt pıt





pıt pıt pıt..




öpücük balığı



işe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. söylemezdi ki.. dünyanın en sevimli delisiydi.. o öyle biriydi işte. küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..

merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. evet, oyun başlamıştı. savaş’a “buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..



-haa?

-buğday

-eee, nolucak buğday?

-hiç.. tavuk buldum da bi tane.. buğday veriyim diyorum..

-sittir lan..



ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..



-gültepe’de bir civcivci var ama.. buğday satar mı bilmem.. daha çok suni yem olur onlarda..

-yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. pis bi rengi oluyo.. en iyisi buğday..

-ha bi de yumurtluyo.. harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. bir ara ben de besledim.. spenç tavuğu diyorlar.. tam yumurta tavuğuydu.. bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. çift sarı çıkarır.. darı al sen ona..



oyun böyle bir şeydi işte.. o başlatırdı.. hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..



büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. buğday.. noolcak acaba.. kuruyemişçilerde var mıdır?



-keşkeklik mi? aşureye falan mı katçaanız?

-ne?

-buğday sormadın mı?

-ha evet, olabilir..

-sonunu dün sattım..yok..



hıyar kuruyemişçi! lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. bu millet de bi tuhaf ha.. buğday var mı, var.. ya da yok. bitti, bu kadar.. sana ne ne olacağından. az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. sinirleniyorum ama.. hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. adam başı buğday olması lazım.. kendi kendime gülüyorum.. biliyorum, o da gülecek.. gülücez.. öpücem sonra.. sonra, sonra.. noolcaksa o buğdaylar..



mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. buğday arayan acıkmış bir tavuk.. bık bık bık. bıdaaak.. aslında içimde garip bir mutluluk var. her şeyi birden unutup bir avuç buğday için istanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. onu bu yüzden seviyorum galiba. bana da sıçrayan bir tılsımı var.. her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. çocukmuşuz biz.. o, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.



şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. bir kilo yeter mi acaba? evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. neyse, aldık işte.. bir kilo buğdayımız oldu. yanında bir tane de ufak rakı. manyağım lan ben.. bariz manyağım..



“geldi mi buğday” diye sordu. gözleri ışık ışık.. meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. cadı! aldı torbayı masanın üstüne koydu. ne olacak şimdi bu buğday? sormayacağım ama.. ”naaptın” dedi.. elinin körü.. saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “toprak mahsülleri ofisine gittim canım. taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” gülüyor. her şey o gülsün diye zaten.. bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. ama bu gerçek yani. çok gülen insan gördüm ben. işim gereği. hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “bak şimdi “dedi; “bu senin dilek güvercinin.. ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”



dedim ya, tılsımı var onun. aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. bitmesin istersiniz.. “bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. balkona çıktık sonra. pıt pıt kanat sesi.. pıt pıt iki çocuğun yüreği.. balkona yıldız tozları mı yağdı? çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. ağlar mı sonra insan.. babaannem deli fadime’nin dediği gibi “dünyanın düz murâdı yok” mu.. “çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. noolur “öyle diilmiş” olsun. noolur bitmesin.. pıt pıt.. yüreğim.. gece.. yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..



ertesi sabah kadriye oldu.. espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. kadriye.. onun masal kahramanlarından biri. söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. ilk kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. çok güldüm. yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “delirdi” diye baktım. saçlarına bigudi tuttururken “naapıyosun yaa” diye sordum. “nooluyo kızım”.. garfield gibi gözlerime baktı. “yarın eltimgil gelecek” dedi. sonra güldü. nasıl güldüğünü biliyorsunuz. o gün bana “annesi gibi” olmuştu. ya da benim annem gibi. oynuyordu. başka bir şey. herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. komikti ama, ürkütücüydü. yani hep oynanamazdı ki.. eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.yoksa değil miydi.. o kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “fehmi” diye bir herif oluyordum. çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. gülüyorduk sonra. kadriye ve fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. pıt pıt, iki çocuk yüreği..



onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. bazen müge ile furkan olurduk. aslında onlar bizim arkadaşımızdı. ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” müge olduğu zaman “eskeyp’e gidelim mi, trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. ama asla gitmezdik. onun dünyasından çıkamazdım. ben çıkmak ister miydim peki? o zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. o, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..



ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. onun en yalın ve samimi hali. “ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..



masallar biter mi, biter işte. arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. işiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..



bir gün bana “gitme” dedi.. ama hep öyle derdi.. “yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. bu şarkıdan iki şarkı sonra..” hiçbir keresinde bırakmazdı beni. iyi, tamam, oynadık, bitti. dönüşte yine oynarız.. dinlemezdi.. ”bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. sayalım, o kadar sonra git..” pazarlık ederdim. “fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “peki” derdi. sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”



üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. tek şamfıstık, o yüzyıldı.. o ölümün geldiği zamandı. onu pek tartışmazdık. onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..



“ben gidiyim” dedim.. sesi boğuktu.. ”gitme” dedi.. ama söyledim. hep öyle derdi.. giderdim sonra. döndüğümde oradaydı, bilirdim. yine “gitme” derdi..



“gitme” dedi.. gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “bu kez gitme”..



gitmesem olur sanki.. “ama bunun sonu yok ki” dedim.. “yok işte salak “dedi.. ”hep sonunu istiyorsun. sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. bu kez gitme işte.. gitme..”



karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. içimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. birileri yıllarca ördü o duvarı.. annem koydu bir tuğla, sonra babam.. dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. gidicem ben, işim var işim.. çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. hasan’a borcum var.. tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. ilknur iş arıyo sonra.. resmen iş istiyo işte, aramıştır.. onun yeri ayrı ama ilknur da fena değil şimdi.. işim var.. işim..



“gidiyim ben” dedim.. bu kez gözleriyle “gitme” dedi.. ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. işi var gözlerimin. kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, top secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. ilknur’un kalçalarına bakıcam.. mtv’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. işi var gözlerimin..



sonra yıldırımlar çaktı.. hiç susmadım.. “hayat masal mıydı yani?.. dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. noolcaktı yani.. leblebiden saat olur mu.. “vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. iyi.. pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. ee, anangil “oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? öpücük balığını mı satacağız..” nefes nefese sustum..



“dışarıdakiler” dedi.. “dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. öpücük balığını kimse alıp satamaz.. sen bile.. diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”



***



bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..



nevizade sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. masanın altından ilknur’un elini tutuyorum.. dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. gümm! dev.. güm! lamba cini.. güm! haramiler..



kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. gümm!.. zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. ilknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. canım yanıyor.. sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. ben görüyorum, ilknur görmüyor, kimse görmüyor..



müzik bitti.. ilknur bir şeye gülüyor.. masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. o hep var nevizade sokağında.. elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. aklımda zamanın en acı tadı.. ”peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “manyak mısın sen koçum?” diyor.. ilknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..



az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. ilknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor..



diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..


26 Ekim 2009 Pazartesi

uykuuu...
uyutun beni. önce zihnimi, sonra bedenimi.

kafama göre yaşıyordum

kafama göre yaşıyordum dedi bugün bir kızcağız. neydi ki kafasına göre yaşadığı? ne yaşıyordu ki? zaten cücük kadar dünyası vardı. renk olarak ne katabilirdi? eve gidiyor geliyor olması, üniversiteye gidiyor olması, ufak tefek gezileri, arada yaptığı küçük kaçamaklar... heyecan neredeydi peki?
böyle bakınca hikaye çok cazip gelmiyordu. alaycı bir tebessüm yakışırdı, yakıştı da. yine de riyakarlıktan uzaktı. sevmişti bunu. samimiyet önemlidir.
zamanında kız severdi yaşamayı. onun gülüşü birilerinin gününü bile değiştirirdi. duyduğu en güzel şeylerden biriydi gülümsemesi. zamanla soldu gülümsemesi. büyüdü, serpildi. aklını başına toplaması gerekirdi. topladı. artık daha daha akıllı bakıyor dünyaya.
....................................

iyi geceler

25 Ekim 2009 Pazar

dans dans dans

aşık olduğum ayakkabının tokası -kenarındaki çiçek kısmı- nişanda oynamaktan düştü.-düşmüş- farkında değilim. biraz bakındım ve bulamadım. ha bu geri kalanında eglenceme mani oldu mu? asla! daha önceden yazmıştım. düğün istemiyorum -alaturka çünkü- diyenler bu akşamda salllan sallan kendilerinden geçtiler. bu tür abartılı törenler biraz zahmetli ve masraflı oluyor. bu yüzden de birçokları bu törenlerden nefret ediyor. yine de insanın bir kez yaşamak istediği bu törenler herşeyiyle güzel hatırlansın isteniyor.
neyse geçiyorum. eğlendim bitti.
............
birşeyler anlatmak istiyorum. içimdeki ses susmamı söylüyor. kulak veriyorum.

22 Ekim 2009 Perşembe

bir yazıda aydınlanma nasıl olur?

obsesif değilim gibi geliyor bana. yine de birçok işaret bunu doğruluyor. tabi her psikolojik rahatsızlığı olan kişi gibi ben bunu farketmiyorum. birileri uyandırdıkça farkına varıyorum.
mükemmeliyetçi değilim (sorgulanabilir?) yine de yapacağım şeylerin en iyisi olmasına dikkat ediyorum. fakaft fazlası ile rahat olduğumu, fazla yaydığımı savunanlar da var. (ben bu ikinci takımdanım)
sanırım şu cümleleri yazarken farkettim. izleniyor olmak benim canımı sıkan şey. dış denetim evet evet, dış denetim. :) buldum sorunumu.
bir de rekabetçi olmadığımı iddia etsem de yenilgiyi kabul edemiyorum. her yapamadığım şey beni derin üzüntülere sürüklüyor. (okuyucu sakın küçümseme. üzüldüm mü çok üzülüyorum)
galiba ilişkilerim.....

.............................

19 Ekim 2009 Pazartesi

masalımsı

tekdüzelikten usandım. güzel şeyler olsun istiyorum. yalnız suya sabuna dokunmadan ben çekilsem içine. biri gelip bana "işte bak burası yeni hayatın. burada huzurlu ve mutlu olacaksın." dese. işe sadece keyif almak için gitsem, para kazanma derdim olmasa, yarını düşünmesem, öksürmesem, uyusam, uyurken gördüğüm rüyalar güzel olsa, korkmasam hiç bir şeyden, istediğim zamanlarda istediğim yerlerde olabilsem, sadece keyfime baksam...

bir hikayem olsun istiyorum. birileri onu dinlerken/okurken özensin.


zeytin dalları




kardeşimle barıştık sanki :) 

15 Ekim 2009 Perşembe

365 gün

iyi ki elimi tutmuş o gün dedim, iki gece öncesinden tv'de Mustafa'yı gördüğümde.  niyetsizidim aslında ilk gördüğümde. o yüzden gördüğüm tarihin ne olduğu aklımda bile değildi. zaten in a relationship biçiminde yaşamadım hiçbir zaman. buna rağmen çevremde hep birilerinin ilgisinde oldum. şımarıklık sanılmasın. sadece gününü gün eden, yalnız kalma derdinde olmayan biriyim. aşk gelsin kapımı tıklatsın isterim. peki ya şimdi aşık mıyım? bilmiyorum. sadece sevgimden şüphe duymuyorum. yaşadığım şey -ilişki- bana huzur, güven, şefkat sağlıyor. araya bir de sevgi sıkıştırmalıyım belki ama ona hep şüpheli yaklaşıyorum.

işe başlamıştım salı günü. sevdiğim adam sabah beni aramadı. onun dışında herkes aradı. aramasını bekledim. rutin öğlen konuşmamızı yapmak için telefonum çalıyordu. açtım, gürültüyü duyunca napıyorsun, nerdesin? diye sordu. çünkü normalde evde sessizlik içinde olurdum. işe başladım dedim. çok şaşırdı. unutmuştu. sesinden pişmanlık duyduğu belliydi. halbuki ben onu işe başladığında uyanıp sabah aramıştım. şu an kendimden tiksindim. hesap kitap tuttuğumdan değil bu söylediğim ama bu tür şeylerden bahsettiğimde bunların kapris, naz vs zannedilmesinden... değil işte. ben o kadar coşkun yaşıyorum duygularımı. o küçücük duran şeyler beni nasıl da üzüyor bir bilsen.
geçen günü anlatayım. bir fotografını çekmiştim. facebookta albüm kısmına bunu eklemiştim. canım istediği için sadece. hoşuma da gitmişti. sonra iyice reklam olduk dedi. anında ortada ne kadar reklam olmasına sebep veren şey varsa ortadan kaldırdım. üstelik ben reklam yapmıyordum ki.. albümümde bir sürü fotograf var, başkalarına ait. hayatımda olan herkese yer veriyorum. çekine çekine koyduğum bir iki fotografı da hemen kaldırdım. hemen cep telefonumdaki onun fotograf klasörünü sildim. bak bu kızgınlık değil ama. inan çok üzülüyorum. şöyle söyleyeyim. ben üzüldüğümde ağlamıyorum ama gözlerim hep doluyor...
artık terbiye edildiğimi düşünüyorum ama ben böyleyimin yerini o böyle aldı. o yüzden 364. gün ona çok kızmadım da. çünkü o böyleydi... 
geçiyorum düne.
hatırlayacağına inanıyordum. neyse ki bu defa yanılmadım. hatırladı. gidip bir yerde yemek yedik. çok güzeldi mekanda, konuştuklarımızda. o zaman tekrar anladım ne kadar şanslı olduğumu. içimden defalarca onu sevdiğimi söyledim kendime. sonra bana çok güzel bir sürpriz yaptı. çok mutluydum.
hala duymayı bekliyorum o sözcükleri söylemesini. bir yıl oldu, hiç duymadım. yine de hala umudum var. duyacağım günü bekliyorum. önümüzdeki yıla kısmet...

nice yıllara...

7 Ekim 2009 Çarşamba

cendere

garip bir ruh hali içindeyim. sanki sıkıştırılım kalmışım gibi cenderede. aklımı, yüreğimi kıpırdatsam patlayacakmışım gibi geliyor. yine başım uyuşmaya başladı. buğulandı herşey. bir sonbahara mutlu girmek istiyorum... huzurlu...

6 Ekim 2009 Salı

darmadagın

uzun süredir açıp da müzik dinlemiyordum. hele ki masamda bunu coktandır yapmıyorum. e yaptım ne oldu? ruhum daraldı, eski şarkıların bana hatırlattıgı duygulardan mı, yoksa her canım sıkıldıgında aynı şarkıları dinlemekten mi, yoksa telefon görüşmemden mi? hepsi birbiri ile ilişkili. masa başına geçmem, telefon görüşmem, canımın sıkılması üzerine müzik dinleme isteğim, ardından hep aynı depresif şarkılarım...

hep diyorum ya ah bu şarkıların gözü kör olsun diye...olsun.

"problemleri beslememek gerekir" dedi biri bugun. "beslemiyoruz" dedi. çoğul bir cevaptı ama bir çoğunluğun yaptığı eylem değildi beslememek. olası problemleri beslememenin yolu bir kişinin kafasında oluşan problemleri yok saymasıydı. şöyle açıklarsam daha kolay anlaşılabilir belki de.

A kişisinin problem diye ortaya koyulan şey B kişisince "ama bak problem değil" diye kabul edilirse ya da görmezden gelinirse problem beslenmemiş olacak.

gayet kullanışlı değil mi?

sinirlerim bozuk. ben iyisi mi ruhumu şarkılara okşatayım.

5 Ekim 2009 Pazartesi

tebessüm

geceyi güzel bitiriyorum. eski bir arkadaş ile iki lafın belini kırdık. sanırım o da keyif aldı. tebessümüm dudaklarımda uyuyorum.

iyi geceler

4 Ekim 2009 Pazar

acil acil acil

acilen hacettepe ve/ya ankara üniversiteleri ile ilişkili birilerine ihtiyacım var. yardım istiyorum. yardım bulana on yüz bin milyon puan geliyor benden. bakalım kim o şanslı kişi?



3 Ekim 2009 Cumartesi

düğün dernek

modern hayata ait insanlar olarak düğüne karşıyız. artık kabarık olmayan, beyaz değil kırık beyaz gelinlikler, açık havada, küçük arkadaşlarla yapılan eğlenceler popüler. geri kalan hersey cok banal! çeyiz düzmeler, danteller, düğün salonları, misket-kasap havalarına burun kıvırıyoruz. hele düğün salonları mı? aman yarabbim ne tiksindirici!
çeyiz sermeyeceğiz,
öyle mobilyalar almayacağız,
krem rengi gelinlik istiyorum,
düğün sonrası arkadaşlarla eğlenceye gideriz,
evimizin o kalan odası hobi odası olur...
gibi gibi seyler duyuyorum. tüm bunları duyduğumda daha bir tiksiniyorum. sen ki gittiğin düğünlerde kanter içinde kalana dek oynayan kadın/erkek düğün salonundan, düğünden tiksiniyorsun. kıçımın moderni demek istiyorum kendilerine.
bir kez düğün dernek dediğimiz hadise bir ritüeldir. iki kişinin evlenemesi için de değildir bu. her iki tarafın ailelerinin, yakınlarının kendilerini, kültürlerini sunmalarıdır. ne bileyim sevgilim ailesi istiyorsa "yok biz çeyiz düzeceğiz" derse ne olacak düzsünler. ölür müsün yani? dantel mi yapmışlar -ki bende çooook var- sen gülerek karşıla iki dizersin milletin gönlü olsun, sonra topla. ama ama moderniteye aykırı bu!
değil işte yavru kuşum öyle değiiiiil. senin dışında neler neler olacak. bırak akışına. şu olsun, bu olmasın diye kasma kendini. eğlen, coş. herkesin gönlünce olsun.
böyle işte.
son zamanlarda çok evlilikle ilgili şeyler duyuyor, görüyorum da ondan böyle takıldım.
ha ben ne istiyorum?
hiç bilmiyorum.

hayırdır inşallah!

rüya gördüm. her defasında hikayeli rüyalar görüyorum. o yüzden gece gece film izler gibi hissediyorum kendimi. başrolde ise ben oluyorum her defasında.



eski beyaz bir mercedesi yolun kenarında bırakmışım. kapılar açık. arkadan biri korna çalışıyor. özür dileyerek ön sağ kapıdan şoför koltuguna zıplayacakken kontokta dönen bir el görüyorum. kimin diye baktığımda orta yaşlı, bıyıklı, gri pardesülü, kasketli, kalıplı bir adam görüyorum. "ben alırım arabayı" diyerek arabayı çalıştırıyor. gayet cool hareketler ile "şimdi gidiyoruz. seni götürüyorum" diyor. sesi ve tavrı eski türk filmlerinde zengin, kötü kalpli, röbdşambrı ve elinde viskisi ile kötü kahkahalar atan adamlarınki ile aynı. ölesiye korkuyorum. "beni bıraaaak" diye debeleniyorum."yapmaa, gidiyoruz" diyerek sakinliğini koruyor. bu soğukkanlılık beni iyice korkutuyor. aklıma bir anda kapıları kitlemediği geliyor. hemen kapıyı açıp, kendimi arabadan dışarı atıyorum. düşmüyorum da... başlıyorum koşmaya. nereye saklanacağımı bilmiyorum. gidebileceğim yer yok. koşuyorum kimden yardım isteyeceğimi bilmeden. sonunda bir taksi görüyorum. sevgilime gideyim, o kurtarır diyorum. taksiciye "taksim'e gidiyoruz" henüz binmeden. arkamdan gelen adama bakıyor. yine o kasketli, kötü adam. yavaş yavaş, kasketi ve pardesüsü ile geliyor usulca. beni omzumdan yavaşça itip taksiye bindiriyor. hala çok sakin... taksiciye kedi gibi yalvaran gözlerle bakıyorum kurtarsın diye. çaresizce omuzlarını silkiyor o da. sanki yapacak bir şey yok diyor. arabaya biniyorum. başlıyorum bağırmaya. gözümü açmadan son söylediğim "imdaaaaat"tı.

sabah uyandığımda yastığıma sıkı sıkıya sarılmış buldum kendimi.
........
rüyamı yorumluyorum:

canım sevgilim... :)

seviyorum.

1 Ekim 2009 Perşembe

bela

kurtlar vadisi günüymüş. ben hiç dikkat etmedim buna. yoksa bunu ikinciye yapmazdım. normalde zaten çekinerek yaptıgım bir seydi. bir daha elleşmeyeceğim. söz veriyorum kendime. gevezeliğimin sonu pahalıya patladı. o kadar üzülmüştük ki bir gecemiz zehir olmuştu. susturmuştu ikimizi. sonra kendimi koydum onun yerine. beni rahatlaması gerekiyordu. galiba benim de onun rahatlamasını sağlamam gerekirdi. -bana öyle geldi- sonra dönüş yolunda konuşmaya gayret ettim. boşa çabalalıyordum. o da gayret ediyordu farkındaydım. sadece olmuyordu.
dağılmalıydı kafamız. son hamlem birlikte yapmaktan keyif aldığımız şeyi yapmak, uykusuz okumaktı. hoş onu da rutine bindirdik. eskisi gibi olmuyor sanki. yine de yalnız okumaktan daha keyifli onunla olmak ya da onunla herhangi bir sey yapmak. denedik o da olmadı. okuyup da anlamamdığım bir çok karikatüre ilgi göstermiş gibi yaptım. olmadı.
çocuk kandırırmışım gibi onu çayla tavlamaya çalıştım. bir çay ile idare etti.
kötü bir geceydi. herşey mahvolmuştu. benim buna katkım neydi? yukarıda yazdıklarım.

canım sıkkın,
canı sıkkın.